
Kilikya’ya Veda Ederken Medeniyetlerin Beşiği Antakya
Portakal Çiçeği Kokuları Eşliğinde Kilikya Turu’nda nihai programda, Cumartesi gününü karnaval için ayırmış olmama rağmen aktivitelerin iptal edilmesi sebebiyle, dileyen misafirler için Antakya gezisi organize ettim.
Adana’ya otobüsle, yaklaşık üç saatlik bir mesafede olan Antakya yolunda, Pers İmparatorluğu’nun Büyük İskender tarafından yenilgiye uğratıldığı Amik Ovası tüm ihtişamıyla karşımıza çıktı.

Küçük bir fotoğraf molası sonrası, güney illeri içinde sevdiğim ve tüm bakımsızlığına, öksüz bırakılmışlığına rağmen, kendi çapında, tanıtımını yapmaya çalışan, üç dine ve sayısız medeniyete ev sahipliği yapan kozmopolit, sevimli şehrimiz Antakya yoluna devam ettik. Şehir nüfusunun büyük bir bölümünün Arap kökenli olması nedeni ile, halk hem Türkçe hem de Arapça’ya hakim… Suriye – Türkiye sınır kapısı Cilvegözü’nün yaklaşık 60 km. mesafede olduğu düşünülürse, şehrin, Türk etkisinden ziyade, Arap etkisinde kalması son derece normal.
Antakya gezisi için ilk durağımız, hem turistlerin hem de yerel halkın mesire yeri Harbiye Şelaleleri oldu.
(Harbiye Şelaleleri)
M.Ö. 5.000’li yıllara dayanan tarihi ile,mitolojik bir hikayesi de var. Rivayete göre, Irmak Tanrısının kızı olan Daphne, bir “Su Perisi”; Apollon ise “Işık Tanrısı”dır ve altından bir lir çalar. Hastalıkları iyileştirme sanatını insanlara o öğretmiştir. Mitolojiye göre Daphne kırlarda gezinirken Apollon ile karşılaşır. Apollon ona aşık olur ve onu izlemeye başlar. Daphne kaçamaz, Toprak Tanrıça’ya “Beni sakla kurtar “ diye yalvarır. Yakalandığı anda bir defne ağacına dönüşür, şimdiki Harbiye Çağlayanları’nın bulunduğu yerde toprağa kök salar. Vücudunu kabuklar kaplar, saçları yapraklara, kolları dallara dönüşür. O an Apollon ağaca sarılır ve ağlayarak;“
Daphne! Bundan sonra sen Apollon’un hiç solmayan kutsal ağacı olacaksın. Değerli kahramanlar, zafere ulaşanlar, hep senin dökülmeyen yapraklarından ördükleri çelenklerle alınlarını süsleyecekler.”
der. Bu tatlı sözler üzerine Daphne, dallarını eğerek Apollon’u selamlar ve sessizce ağlar. Bugün hala coşkulu bir şekilde akan Harbiye Şelaleleri’nin Daphne’nin gözyaşları olduğuna inanılır. Bu tatlı masaldan yola çıkan yerel halkın en çok sattığı ürünlerin başında defne yaprağı ve sabunu geldiğini tahmin etmek güç değil.
Harbiye Şelalelerine tepeden bakan, bir köy kahvesinde aldığımız TÜRK Kahvelerinin (Türk kelimesini büyük yazdım, zira eğer belirtmezseniz, kahve dediğinizde Mırra getirirler.) sonrası, Antakya gezisi kültür keşfi için yola koyulduk.
(Harbiye Şelaleleri’nde Kahve Molas)
Hristiyanlığın en eski kiliselerinden olduğu kabul edilen Aziz Petrus (St. Pierre) Kilisesi bir mağaranın içine oyulmuş minicik bir ibadethane. Şu anda “Anıt Müze” statüsünde yer alan bu tarihi ören yeri, özel izinle ayinler için de kullanılabiliyor.

Bahçesinde ve içinde çeşitli antik mezarların yer aldığı bu mekan, Hristiyanlık için mihenk taşlarından, zira Christian / Chretien / Hristiyan kelimesinin ilk kez bu kiliseden çıktığı bilinmekte. Kilisenin çevresinde, mini mini çocuklar, kilisenin tarihini bir çok dilde anlatarak harçlıklarını çıkarma peşindeler. Kesinlikle rahatsız edici değil, hatta hoşuma gitti yarının tur rehberlerini şimdiden çalışır görmek…
Bu antik ören yerinden, Antakya gezisi rotamızı bu sefer dünyanın en önemli mozaiklerini barındıran ve uzun uğraşlar sonucu, değerine yakışır bir binaya taşınmış, Hatay Arkeoloji Müzesi’ne çevirdik.

Neyse ki bu sefer işinin ehli kişilerce transferi yapılan mozaikler, en “tarih sevmem” diyeni bile kendine hayran bırakacak güzellikteydi. Toplam iki kata kurulu müzenin girişinde, tarihi dönemlere ait heykeller, eşyalar vb. sergilenmekte. Özellikle, M.Ö. 5.000’li yıllarda Hatay’da yaygın bir uygulama olan kafatası biçimlendirilmesi son derece ilginç.
Ayrıca ölümden sonra hayat olduğuna inanılan bu dönemde, mezarların toplu şekilde, evin içinde yer alması da dikkatimi çekti

M.Ö 14. yy’da yaşamış olan ve adı Hititçe olan ilk Hitit Kralı 1. Şuppiluliuma’nın heykeli, müzenin en dikkat çeken eserlerinden

Müzenin iç kısmında ise, dünyaca ünlü mozaikler sergilenmeye başlamış. “Başlamış” diyorum zira, bu son derece uzun ve zahmetli bir iş…
Yaklaşık bir saatlik turumuz sonrası, saatler bayağı geç olduğundan, kendimizi, Antakya mutfağı konusunda yaptığı çalışmalar ve yörenin tipik yemeklerini başarıyla yapan Antakya Sultan Sofrası’na attık. Tüm yemeklerinin eşsiz olduğu bu mekan hakkında detaylı yazım Gurme Cadı sayfamda

Öğle yemeğimiz sonrası minik bir şehir turu ile programımıza devam ettik. Önce dizilere konu olmuş Asi Nehri ve Köprüsü…

Ardından Antakya’nın ünlü Uzun Çarşısı. Girişi İstanbul’un Mahmutpaşa’sını andırsa da esas güzellik içlere doğru.

Yine bir anda, Türkiye’den çıkmış ve kendimi Ortadoğu’nun Arap bir ülkesine ışınlanmış hissettim. Halk kendi arasında Arapça konuşuyor. Başı açık kadın yok denecek kadar az. Bunun sebebi, bu çarşının daha çok Araplar tarafından tercih edilmesi. Antakya kadınlarını temsil etmiyor.
Güneye has ince espri anlayışı burada tüm ihtişamıyla gözler önünde.
Elimde fotoğraf makinası, çıt çıt çekim yaptığımı gören bir fırıncıya önce “blogger” nedir onu anlattım, sonra ne işe yarar onu açıkladım, bu arada minik minik yaptıklarından tattım.

Antakya, Her ne kadar künefesi ile meşhur olsa da bir diğer lezzeti kireçte beklemiş kabak tatlısıdır. Hiç de sevmediğim bu tatlıyı, Uzun Çarşı’da bir esnafta denediğim zaman aradaki farkı anladım. Çukurova’da bir deyim vardır. “Kıyır kıyır” denir. Çiğnediğinizde ne ham ne lapa, tam ortası bir lezzettir. İşin sırrı ise, kabakların kirece yatırıldıktan sonra pişirillmesidir. İşte Fansa Tatlıcılık’ta, devasa kabaklar arasında yediğim bu tatlıyı asla unutmayacağım.
Hemen karşıda yer alan kadayıfçı, vitrinindeki TaşKadayıf” ile beni mıknatıs gibi çekmesine rağmen, kan şekerimin, artık insani seviyeden çıkmış olması nedeni ile, sadece foto çekmekle yetindim.
Antakya gezisi, binbir koku, tat, bir çok kültürün bir arada capcanlı yaşandığı Uzun Çarşı ile sona erdi. Kilikya gezimizin son durağı İskenderun için yola koyulduk. Yaklaşık 45 dakika sonra, kendimizi bir anda sanki İtalya Rivierası’nda bir kasabada bulduk.
Tipik bir Arap şehri Antakya’dan topu topu 60 km. kuzeyde yer alan İskenderun, hem Türkiye’nin en önemli limanlarından birine ev sahipliği yapması hem de tarihinde uzun yıllar Osmanlı’nın levanten topluluğunun merkezlerinden biri olması neticesinde, son derece modern, bakımlı tipik bir Akdeniz şehri.


Kilikya Turumuzun 3. gününde yaptığımız Antakya gezisi neredeyse tüm günümüzü aldığından, İskenderun’da sadece sahilde yürüyüşle yetindik. Özellikle, karideslerinin ünlü olduğu İskenderun’a “tekrar görüşeceğiz” sözünü verdikten sonra, Kilikya Turumuzun 1. Bölümünde bahsettiğim unutulmaz hikayemizi yaşamak için Adana’ya doğru yola çıktık.
Sanırım, hayatımın yarısı restaurantlarda geçti. Her zaman eleştirilerimde adil olmaya çalışırım, zira herhangi bir kazancım falan yok bu işten. Ancak Tarihi Adana Kazancılar Kebapçısı, bırakın eleştirilerde adil olmayı, insanın aklını yerinden ediyor. Tabii karar yine de sizlerin. Gördüklerimi yazması benden, eleştirisi sizlerden…
Üç günlük bu dolu dolu turumuz, Pazar sabahı otelimizde aldığımız kahvaltı ve kahve keyfi sonrası, Adana Havaalanı’nda son buldu.
Bu yazıyı şu anda, Cenevre’de şirin bir cafenin terasında yazıyorum. Seyahatler esnasında, online paylaşım yapmam sadece Instagram üzerinden mümkün olabiliyor. Dileyenler eleganscadisi hesabımdan beni adım adım takip edebilirler.
Bir sonraki seyahatim Burgonya’da şarap tadımı…
Güzel günlerde, keyifli seyahatlerde görüşmek dileğiyle!
Sevgilerimle,