Paris’te pazar keyfi…
Pazar sabahı pırıl pırıl bir güne « merhaba » diyerek, kendimizi saat 10.00’daki rezervasyonumuz için, Angelina’ya attık.
Dekorasyon olarak Belle Epoque döneminin en güzel örneklerinden olan çay salonu, 1903 yılında Avusturyalı şekerci Antoine Rumpelmayer tarafından kurulmuş.
İki katta servis veren salonda kahvaltılık olarak, Parisien ve Angelina adlarında iki tip kahvaltı ve Angelina Brunch servis edilmekte. Fransızların klasik croissant (kruvasan)– pain au raisin (üzümlü ekmek) – pain au chocolat – (çikolatalı ekmek) – boule de pain (top ekmek) çeşitlemesinden oluşmuş Viennoiserie sepeti yanında Normandiya tereyağı, kestane püresi, organik bal, taze sıkılmış meyve suyu ve çay / kahve ile servis edilen Parisien kahvaltı son derece doyurucu.
Angelina klasikleri…
Tabii peynir ve zeytin Fransız kahvaltısında asla yer almadığı gibi, ekstra dahi isteseniz mönüde yok. Kahvaltısever biri olmadığımdan ve aç karnına pasta yemeye bayıldığımdan benim tercihim, salonun en ünlü pastalarından, Saint Honoré oldu. Bourbon vanilyalı, hafif şantiyli, milföy hamurundaki bu nefis karamelli tadı hiç unutmayacağım. Her ne kadar mekanın en ünlü pastası, kestane püreli ve bezeli Mont Blanc olsa da size tavsiyem, bir bu Saint Honoré’yi bir de Millefeuille (milföy) pastasını yemeden sakın dönmeyin.
Angelina aynı zamanda, karamelli şekerleri, çikolata çeşitleri ve çayları ile de meşhur… Benim gibi boğazına düşkün eşe dosta , bundan daha güzel bir hediye olamaz !
Bir sonraki durak…Champs Elysées
Pazar günü, bazı turistik bölgeler hariç, kentin diğer kısımları pek de hareketli olmadığından, öğrenciyken hiç de uğramadığım Champs Elysées bir sonraki durağımız oldu. İlgimi çekense, Japon turistlerin azlığıydı. 13 Kasım saldırılarından sonra, Japon hükümeti, Fransa’ya giden vatandaşlarının sigortalarını kabul etmediğinden, Japonlar Fransa’yı bir anda terk etmiş. Tabii bu durumu anlamak için en iyi örnek, bir zamanlar önünde en az 750 m. kuyruk olan Louis Vuitton mağazalarının şimdi boynu bükük olması.
Lütfen okurken bana « bu kadar da yenir mi… » demeyin. Önüme gelen her şeyin yarısını yediğim için, olur olmaz saatlerde acıkmak gibi bir huyum var. Bazen kendimi, devamlı bir şeyler kemiren tavşanlara benzetiyorum. Seyahat arkadaşımın büyük bir özveriyle bana uyum sağlaması neticesinde, Champs Elysées yürüyüşümüzü Fouquet’s’de sonlandırdık.
César Film Festivali’nin de sponsorlarından olan ve Barrière Oteli’ne ait Fouquet’s geçmişten günümüze Fransız jet setinin uğrak yeri. Restaurantın üst katı, “Fine Dining” diye tabir edilen, Fransız mutfağının rafine lezzetlerine ayrılmış.
Uzun bir rezervasyon listesi olan Fouquet’s’nin aynı zamanda giriş katında, duvarlarında dünyaca ünlü müdavimlerinin fotoğraflarının da yer aldığı brasseriesi de ayrı bir güzel. Hem öğle hem de akşam yemekleri için ideal konumdaki bu restaurantın isterseniz bir de ısıtmalı bahçesi var. Özellikle iç dekorasyonu ile dikkat çeken barında bir şeyler içmeden dönmeyin derim. Tabii dilerseniz pastalarından da tadabilirsiniz…
Benim yine midem kazındığından, tercihim tavuklu Croque Monsieur oldu. Ilık beşamel sosla fırınlanmış sandviç, yanında ev yapımı patateslerle servis ediliyor. Ancak patatesleri hiç beğenmedim. Fouquet’s ismine yakışmayan, yumuşak tatsız tuzsuz bir şeydi. Yanında bir kadeh Sancerre ile öğle yemeğimi bu şekilde atlatmış oldum. “Atlatmış “diyorum zira akşam yemeği için, rezervasyonumuzu küçük ama meşhur bir yerde yapmış olduğumuzdan, fazla yemek istemedim.
Hafif hafif çiselemeye başlayan yağmurun altında bir sonraki durağımız Montmartre oldu. Şimdi, şu Montmartre işine bir açıklık getireyim. Grand Boulevards civarında yer alan Rue Du Montmartre ile Sacré Cœur Kilisesi’nin yer aldığı Montmartre aynı değil. Fransızlar bu nedenle, Montmartre’a “Butte” derler yani “tepe”. Butte’ün tam eteğinde yer alan Les Abbesses metro istasyonu aynı zamanda Paris metrosunun en derin istasyonu: 36 m. Yine bir Belle Epoque dönemi eseri. Buradan keyifli bir yürüyüş sonrası, 222 basamak merdiveni tırmanmaya hiç de niyetlenmeden, finükülerle tepeye çıkıp Sacré Cœur meraklılarının arasından kendimizi Place du Tertre’e attık. Arzu edenler için, Petit Train (küçük elektrikli tren) Montmartre’ın minik dik sokaklarını görmek için şirin bir seçenek. Çeşitli dillerde bölgenin anlatıldığı bu gezi trenciği Place du Tertre’den kalkıyor.
‘İçelim yiyelim çünkü yarın öleceğiz’
Van Gogh, Monet, Touluse Lautrec, Renoir gibi ressamların en sevdiği mahalle olan Montmartre’da eğer bir şeyler atıştırmak isterseniz, tavsiyem ‘içelim yiyelim çünkü yarın öleceğiz’ felsefesi ile 1793 yılında kurulmuş A la Mere Catherine. Özellikle soğan çorbası nefistir.
“İki şeyi aynı anda yapamayız, etrafta bir sürü restaurant var, gelmeden karnınızı doyurun”
Artık fazlasıyla turistik olmuş ama zamanında tüm yazar ve çizer takımının favori mekanı Le Lapin Argile’de hala kabaretler mevcut. Ortalama 30 Euro’luk bu gösterilere gitmeden bir şeyler yemenizde fayda var zaten reklamında da “iki şeyi aynı anda yapamayız, etrafta bir sürü restaurant var, gelmeden karnınızı doyurun” diye açık seçik yazmış sahibi…
Küçükken dinlemeye bayıldığım iki şarkıcı vardı. Bunlardan biri Allah uzun ömürler versin, Enrico Macias, diğeriyse Dalida… Dalida, 1987’de “yetti bu dünyadan çektiklerim” diyerek, alamet-i farikası beyaz elbisesini giyip ilaç içerek, yatağına yatmış ve ebedi uykusuna geçmiş. Kahire’ye göç etmiş İtalyan asıllı bir ailenin çocuğu olan Dalida, en sevdiği mahalle olan Montmartre’da 25 yıl 11 bis de la Rue d’Orchamps’da yaşamış.
Le Lapin Argile’in tam çaprazındaki bu ev, hala ilk günkü kadar bakımlı ve güzel. Şarkıcı ebedi uykusunu yine bir anıt mezarlık olan Montmartre Mezarlığı’nda sürdürüyor.
Daracık minik sokaklarda alışveriş keyfi…
Montmartre’ın daracık minik sokaklarında alışveriş yapmak ayrı bir keyif. Bir kitap kurdu olarak, kitapçılar pek tabii ki ilk gözüme çarpanlar oldu.
Ama aklımı alan bir başka dükkan, Fransa’nın en iyi sanatkar pastacılarından biri olma özelliğine sahip Georges Larnicol oldu. Montmartre şubesinde, satışın yanısıra, çikolata müzesi de mevcut. Notre Dame Katedrali başta olmak üzere, Fransa’nın tüm önemli binalarının çikolatadan heykellerini görebilir, ayrıca müessesenin ünlü makaronlarından da tadabilirsiniz.
Kabare sever misiniz?
Biz de küçük bir çikolata bayramı yaptıktan sonra, biraz soluklanmak için, bölgenin keyifli cafelerinden La Bonne Franquette’de minik bir mola verdik. Bölgenin kendine has dokusunu en ince ayrıntısına kadar yansıtan bu restaurant aynı zamanda bir kabare. Haftanın belirli günlerinde, kah tiyatro gruplarının kah müzik topluluklarının performanslarını sergiledikleri bu mekanın en hoş tarafı, duvarlarında, Fransız şarap bölgelerinin şirin el yapımı panoları.
9. Bölge’ye hoş geldiniz!
Yağmurun hızını arttırmasıyla, şemsiyelerimizin altında yokuştan aşağı inerek, Place du Clichy’e vardık. 20 yıl önce, bırakın akşam üstü bu bölgeye gitmek, gündüz vakti bile ciddi bir cesaret gerektiyordu. Sanırım, aynı İstanbul’da da olduğu gibi, artık şehrin bugüne kadar yüzüne bakılmayan bölgeleri, diğer mahallelerin artık dolup taşmasıyla yavaş yavaş değer kazanmaya başlıyor. Tabii öyle aklınıza bizde ki ‘kentsel dönüşüm” eski binaların yıkılıp yerine kazulet, şehrin dokusuna aykırı binaların yapılması gibi bir saçmalık gelmesin. Paris’de binaya çivi bile çakarken izin alınması gerektiğini düşünürsek, bu dönüşümün rant sağlamak için değil, gerçekten binalara ve bölgeye değer katma amacı ile hayata geçirildiğini anlayabiliriz.
Geçmişin kenar mahallesi, günümüzün en trendy mekanlarından olan 9. Bölge’ye tabii ki Costes ailesi hemen konuşlanmış. Fiyatların hala normal seviyede seyrettiği bölgede, küçük bir şirin otelle işe başlamışlar. Grand Pigalle Hotel, eski bir binanın restorasyonu ile hayata geçmiş. Tipik bir butik otel olan mekanın girişinde minik ama zarif bir bar, çevre sakinlerini ağırlamakta.
Burayı seçmemizin iki nedeni vardı. Birincisi, otelin mehtini duymamız ikincisi de akşam yemeğimiz için, spesiyalitesi ördek ile ünlü Le Petit Canard’ın tam yanında olması.
Üç ayrı gün olarak yazdığım Paris notlarımda gittiğim restaurantlar hakkında kısa cümleler kurdum. Ancak Le Petit Canard (küçük ördek) gerçekten kendi başına “Gurme Cadı” bölümünde bir yer hak ediyor. O zaman hakkını verelim, merak edenler için Le Petit Canard Gurme Cadı’da…
Sevgilerimle,