Paris, her defasında bitmeyen bir serüven…
Kültür ve sanatın vazgeçilmezi…
Keyifli lezzetlerin adresi…
Romantizm…
Alışveriş…
Klasik…
Herkesin bi’ “Paris”i var aslında… Gidip görenin, yaşayanın da, görmese de seyahat planlarında bu şehri ilk sıraya koyanların da!
Son yaptığım Paris seyahatim 10 gün sürdü… “Bu sefer senin Paris’in nasıldı” diye sorarsanız, “çılgın, yorucu, yeni mekanların keşfedildiği, bol yemeli-içmeli” olur cevabım…
İş bir Cadı’nın gözünden, kaleminden Paris olunca ortaya biraz farklı bir Paris seyahati çıktı şüphesiz! Kimi zaman kazana atılıp kaynatıldı mekan ve insanlar kimi zamansa damakta yer eden, notalarla, renklerle coşup taşan satır aralarına kocaman öpücükler konduruldu “şahane” diyerekten… İşte Elegans Cadısı’nın Paris notları…
“April in Paris” denir, caz dünyasında ama ben yoğun programımdan ancak Şubat ayında yapabildim bu gezimi.
Tercihim, Türk Hava Yolları…
35 yıldır kesintisiz uçtuğum Türk Hava Yolları bu kez de tercihim oldu. Yemeklerine, servisine, güleryüzlü personeline hiçbir diyeceğim olmayan Türk Hava Yolları’ndaki tek sıkıntımız: koltuk aralarındaki mesafeler!
Diz mesafesinin, 30 cm’den hallice olması nedeni ile, her ikisi de 1,70 üstü olan iki kadın, kah çapraz kah tırtıl misali dizlerini karnına çekerek yaklaşık 3,5 saatlik bir uçuştan sonra Roissy’e indik. (Burada bir parantez açayım, Fransızlar, Charles De Gaulle Havaalanı’na, “Roissy” derler. Hatta bazıları, bu havaalanın adının De Gaulle olduğunu bile bilmez, siz sorunca bön bön bakarlar, tecrübeyle sabit…)
Türk usülü, “Paris Dolmuşu”…
Uber’in sosyalist Fransızlar arasında infial yaratmasından mıdır yoksa son terör olaylarından mıdır, taksiler, bu sefer son derece sevecen ama biz “Paris Dolmuşu” isimli, Türk şoförlerin hizmet verdiği özel bir araçla, 10 gün kalacağımız, 1. Bölge Seine Nehri kenarında manzaralı dairemize geldik. ( CDG havaalanı – Şehir merkezi arası 50-60 Euro. Hafif seyahat edenler RATP ile şehir merkezine (opera) otobüsle 11 Euro’ya gelebilirler. Üç kişiyseniz taksi daha ucuza gelir aklınızda bulunsun)
Klasik bavullardan kurtulma ve acil kahve seremonisinden sonra, pırıl pırıl parlayan güneşli sokakların cazibesine dayanamadık.
Konum olarak, tam da şehrin göbeğinde kalmamız nedeni ile, yürüyüşle Pont Neuf üzerinden sanat galerileriyle dolu olan sokakların arasından 5 dakikada kendimizi St. Germain Des Prés’ye attık.
Fransız İhtilali’ne tanıklık etmiş, kentin en eski mekanlarından Le Procope’un yer aldığı dar sokaktan geçerek, birbirinden leziz dükkanların vitrinlerine bakıp güzelce bir göz banyosu yaptığımızdan, acıkan mideleri dinleyerek, çay molamızı klasik mekan Café De Flore’da verdik.
Tatin kızkardeşlerin damaklarımıza kazandırdığı Tarte Tatin (ılık servis edilen elmalı tart), kestaneli milföy ve sıcak kahveyle içimizi biraz bastırdıktan sonra, havanın da güzel olmasını fırsat bilerek yine kendimizi sokaklara attık…
Herhangi bir mimari eğitimi almamış olsam da, seyahata çıkmadan önce görmeyi planladığım binaların tarihini, özelliklerini mutlak okur, nedendir bilmem ama büyük bir merakla gezerim. Herhalde artık seyahat ede ede alışveriş tutkum bitti gitti. Şahane kıyafetlerin, çantaların vs. vs. dizi dizi sıralandığı butikler, artık eskisi gibi ilgimi çekmiyor.
Dünyaca ünlü butiklerin yer aldığı St. Germain Des Prés’de yürüdükten sonra, bölgenin en önemli mimari yapısı, eski bir Benediktin manastırı olan St. Germain Des Prés Kilisesi’ni gezdik.
“Düşünüyorum, o halde varım!… St. Germain Des Prés Kilisesi
Paris’in en eski kilisesi olan St. Germain Des Prés, (MS. 6.yy.) aynı zamanda “Düşünüyorum, o halde varım” cümlesinin sahibi ünlü filozof René Descartes’ın da ebedi istirahatgahı. 18.yy’da bir patlamayla manastırı yok olan bina, bugün kilise olarak hizmet vermeye devam ediyor.
Bol koşuşturmanın ödülü: Terasta şampanya…
Paris demek koşuşturma demek… Ama bu koşuşturmaların sonu hep keyifli biter! Sabahtan beri durmaksızın koşuşturduğumuzdan, ortak kararla güzel bir happy hour’ı hakettiğimizi hissederek, kendimizi kilisenin hemen karşısındaki Les Deux Magots’ya attık. Paris Belediyesi’nin izni ile ısıtmalı terasında, gelen geçene bakarak, şampanya keyfi yaptığımızi söylemek sanırım yeterli olur.
Akşam saatlerinin çökmesi ile, artık takatımızın yavaş yavaş tükendiğini düşündüğümüzden (ki meğer hiç de öyle değilmiş) ve de Paris’de daha uzun bir süre kalacağımızdan, akşam yemeği için, Les Deux Magots’nun hemen arka sokağında yer alan Relais de L’Entrecôte’a geçtik. Tabii gözüm hemen çaprazında yer alan ve Belle Epoque döneminin en güzel ve göz kamaştırıcı örneklerinden, Le Petit Zinc’de kalmadı değil.
Mönüsünün deniz mahsullerinden oluşması nedeni ile, bir sonraki seyahatimde gidilecekler listesine giren Le Petit Zinc’i bırakıp, Relais’ye döneyim. Cenevre’deki şubesinden yaklaşık yüzde 40 daha hesaplı olan 6. Bölge restaurantı kalite olarak da beklentiyi karşılamakta. Klasik antrkot, cevizli salata, patates kızartması mönümüze Merlot, Syrah ve Braucol üzümlerinin kupajı Gaillac bölgesi Château De Saurs eşlik etti.
Panthéon… Tüm Paris’i kuşbakışı seyrediyor, tüm Paris de onu!
Yemek sonrası, yol yorgunluğunun rehavetine kapılmadan, kendimizi doğruca St. Michel üzerinden, Panthéon’a attık. 18. yy. mimarisinin nefis bir örneği olan bu yapı, Fransız ihtilali sonrası, kilise fonksiyonunu kaybetmiş onun yerine içinde Voltaire, Zola, Dumas, Rousseau gibi büyük kalemlerin yattığı bir anıt mezar olmuş. Ste. Geneviève tepesinde yer aldığı için, bina, tüm Paris’i kuşbakışı seyrediyor, tüm Paris de onu.
(photo : jean pierre lavoie)
Biz gece gittiğimiz için maalesef bu muhteşem binanın içini gezemedik zira saat 18.00’a kadar açık. Tavsiyem, saat 17.30 gibi orada olmanız, anıt mezarı gezdikten sonra, çevredeki bohem restaurantlardan birinde keyifli bir yemek yemeniz, çünkü dünyaca ünlü Sorbonne Üniversitesi’nin tüm gençlerinin favori mekanları bu mahallede. Esasında Quartier Latin dendiği zaman, St. Michel’in çaprazındaki çeşitli mutfakların yer aldığı biraz da avam bölge akla gelse de esasında, tüm Sorbonne, Pantheon çevresi Quartier Latin olarak adlandırılmakta.
Biz akşam yemeğimizi eritmek için, Panthéon’dan Sorbonne’a yürüyüp, Boulevard St. Michel’den Seine Nehri’ne doğru yola koyulduk. Yürüyüşümüz esnasında, dünyaca ünlü tiyatro sanatçısı Sarah Bernhardt’ın 25 Ekim 1844 tarihinde doğduğu eve rastladık.
Çimenler kış nedeniyle dinleniyor!
Vitrinlerin birçoğunun sanat eserleri, müzik aletleri, ve kitaplara ait olduğu bu caddelerde, kitapçıların sayısına hem imrendik, hem de esef ettik “neden bizde böyle değil” derken, Belediyesi’nin, park çimenlerinin kış dinlenmesinde olduğunu belirtir şirin panosuyla, karşılaşınca, ülkemizeki kibar! çimlere basmak YASAK yazısı aklımıza geldi !!!
Yaklaşık 25 dakikalık yürüyüşümüzün sonunda, karşımıza çıkan Notre Dame Katedrali ise, nefesleri kesecek güzellikteydi.
(photo credit : bakıs_acimdan)
Yolumuzu biraz da uzatarak, geçtiğimiz aylarda, çökme tehlikesi nedeni ile, üzerindeki tüm asma kilitlerin kaldırıldığı Pont Des Arts üzerinden minik bir foto molası sonrası, artık yorgunluktan davul olmuş ayaklarımızla, kendimizi eve attık.
Cadılar da yorulur tabii ki… Paris’te ilk günümüzde yoklamada “buradayım” dedik… Keyifli, sürprizli, lezzetli, rengarenk bir günü bitirdik. Devamı gelecek….
(photo credit : bakıs_acimdan)