Paris’te Bir Yahudi Mahallesi 02
Dar sokakları, birbirinden güzel butikleri, kitapçıları, sanat galerileri, nefis restaurantlarıyla, Paris’in en trend lokasyonlarından Le Marais Bölgesi 2. bölüme yazıma kaldığım yerden devam.

Bir tarafta, başlarında kippa, içlerinden sarkan talletleriyle uzun mantolu ortodoks yahudiler, bir tarafta LGBT’ler aynı zamanda turistlerle dolu olan dar sokaklarıyla, Le Marais bölgesi, Paris’in ünlü snopluğundan çok uzak. İnsanların birbirine saygılı olduğu, kimsenin diğerine, inancı, tercihi konularında ahkam kesmediği Le Marais bölgesi özellikle bir gastronomi cenneti.
Le Marais Bölgesi Gastronomi Durağı : Chez Hanna
Öğlen yemeğinin yaklaşması ile, “acaba L’as Des Falafels’ de ayaküstü falafel mi yesek yoksa şöyle oturup keyif mi yapsak” diye düşünürken, karşımıza Chez Hannah çıktı.

Tipik bir Yahudi ailesi tarafından işletilen restaurantın özellikle yerel halk tarafından tercih edildiğini görünce seçimimiz anında belli oldu. Mekanın sahibi tarafından yerimiz gösterildikten sonra, incelemeye başladığımız mönü ise, ailenin acaba “Türk Yahudileri midirler” sorusunu sordurttu çünkü mönüde olan yemeklerin bir çoğu İstanbul lezzetleri olduğu gibi, en geniş tabaklardan birine de İstanbul ismini vermişler.

Fransız yemeklerine küçük bir mola diyerek, önce içinde humus, patlıcan salata, falafel, köfte ve çoban salata olan bir tabak seçtik.

Humus ve falafel o kadar lezizdi ki bir tabak da sadece bu ikisinden aldık.

Şarap yerine tercihimiz ise, koşer bira olan ve adını basketbolda sıkça duyduğumuz Maccabee birası oldu.

Kendimi Fransa’da değil de İsrail’de hissettim. (Üç defa gördüğüm bir ülke). Eğer Paris’de şöyle memleket tatlarını özlerseniz, içinde ne olduğu belirsiz dönercilerden ziyade, bu restaurantı size şiddetle tavsiye ederim. Hele bir de domuz yemeyen biriyseniz, o zaman gönül rahatlığı ile bu Yahudi mahallesinde karnınızı doyurabilirsiniz zira hahamların ciddi bir kontrolü var.
Karnımızı bir güzel doyurduktan sonraki durağımız, Fransız tarihinde çok önemli politik güce sahip, 14. Louis’nin en sevdiği metreslerinden Montespan Markizi ve Mme Maintenon’un yollarının kesiştiği Hotel d’Albret oldu.

İçini görme şansımızın olmadığı (Paris Kültür İşleri Binası) Hotel d’Albret’nin avlusunda minik bir mola sonrası Le Marais’nin biraz dışına çıkmaya karar verdik. Tam da o sırada etrafta beliren polis kuvvetleri, zırhlı araçlar yüzünden “aman ne oluyor” diye panik yaşarken, Yahudi ilkokulunun dağıldığını anladık. Minicik çocuklar, polis koruması eşliğinde, özel minibüslere bindirildiler. Bu çocukların yaşadığı travmayı bir düşünsenize, alt tarafı okuldan çıkıyorlar ama maalesef insanlık artık o kadar zıvanadan çıkmış ki, bir okulu hedef alacak kadar aşağılık olmuş!
Le Marais’nin tam karşısında kalan Rue St. Antoine üzerindeki St Paul St Louis Kilisesi, kırmızı demir kapısıyla, “beni ziyaret et” diye bağırınca, önceleri Cizvit daha sonra Katolik inanışına hizmet eden binaya girdik.

İçerisi tipik bir 17. yy kilisesi olan bu binadaki ufak turumuz sonrası, iki sokak ötede yer alan ve pastaları ile ünlü Au Petit Versailles Du Marais bizi mıknatıs gibi kendine çekti.

Kapısında bilumum madalya, sertifika asılı, 1860 yılında yapılmış olan bina Fransa’nın tarihi binaları arasında yer alıyor. Dükkandan içeri girdiğimizde, yine bir “Belle Epoque” mimarisiyle karşılaştık ama ondan da öte dizi dizi sıralanmış her biri bir dehşet lezzetli olduğuna oracıkta inandığımız pastalar bizi mest etti.


İlk tercihimiz frambuazlı Mere Superieure (Başrahibe) oldu

Ardından Türk damak tadına uymadığı için ülkemizde yapılmayan ama benim tutkunu olduğum tuzlu karamelli pasta aldık.

Şeker komasına girme pahasına üçüncü olarak da çilekli milföy istedik.

Taze çekilmiş kahve ve çay eşliğinde yaptığımız bu keyiften sonra, bu sefer de Le Marais bölgesinin en önemli kısımlarından, şehrin ilk kare planlanmış meydanı Places Des Voges’a geçtik.

Ünlü Fransız yazar Victor Hugo’nun 53 yıl yaşadığı ve öldüğü müze de burada…

Saatin geç olması nedeni ile maalesef gezemediğimiz müze için kendime bir sonraki seyehatimde uğrama sözü vererek, yavaş yavaş kararmaya başlayan gökyüzü ile, tekrar Pletzl’e döndük.
Yağmurun birden bire bastırması, bizim “Happy Hour” yapmamız için ideal bahane olmadı desem yalan söylemiş olurum. Kendimizi hemen La Panfoulia’ya attığımız gibi kırmızı şaraplarımızı söyledik.

Seyahatlerim öncesi, bölgeyi ne kadar iyi bilirsem bileyim, gideceğim yer hakkında mutlaka kitap okur, araştırma yaparım. Özellikle mimari alanda isim yapmış binaları gezmek, bu tip restaurantlarda yemek yemek ve mümkünse bu tarz otellerde kalmak isterim. Bu nedenle, aklım fikrim yine aynı bölgede yer alan “La Tartine” isimli restaurantta kaldığından, yağmurun durmasıyla birlilkte, iki sokak ötedeki La Tartine’e geçtik.

İçi hafif kasvetli gelse de, dönemin en güzel örneklerinden olan bu café / restaurantın tipik Fransız mutfağından lezzetlerini tatmak için saat çok geç olduğundan, birer kadeh şarapla yetindik. Gelgelelim, sokağa çıkar çıkmaz aniden acıktığımızı hissedince, rotayı yine Le Marais bölgesi yani Pletzl’in en hareketli restaurantlarından Les Philosophes’a çevirdik.

Akşam yemeği için, Fransız mutfağının önemli tatlarından Boeuf Bourguignon ve az pişmiş kuzu pirzola aldık.


Yanında, Cotes Du Rhone bölgesinden, “Prieure La Claste” kırmızı şarabı aldık.

Basit ama doyurucu akşam yemeğimiz sonrası, hem kitapçı hem de bar olan “La Belle Hortense” a geçtik.

Müşterilerinin büyük bir bölümünün gay olduğu bu mekanda ister kitap satın alabilir, ister içkinizi yudumlarken okuyabilir veya bizim yaptığımız gibi sohbet edebilirsiniz.


Son derece yoğun ve keyifli geçen bir günün ardından kısaca bir özet geçecek olursam,
- Rue Des Rosiers’nin çevresi mutlak dolaşılmalı,
- Tipik İsrail mutfağı lezzetleri tadılmalı (falafel ve humus beraber nefis),
- Dükkanlardan tasarım takılar alınmalı özellikle Gavilane’dan,
- 1946’da kurulmuş Sacha Finkelsztajn Pastanesi’nden limonlu Vatrouchka yenmeli (bir türlü peynirli Rus pastası),
- Place Des Voges’da hem Victor Hugo Müzesi görülmeli hem de Ma Bourgogne Bistrot’da soluklanmalı,
- La Tartine’de akşam üstü keyfi yapılmalı,
- Au Petit Versailles du Marais’de pasta yemeli,
- Kesinlikle cumartesi GİDİLMEMELİ zira Şabat nedeni ile bir çok dükkan kapalı.
Nasıl gidilir? dersek, en merkezi metro istasyonu, 1 numaralı hattın üzerindeki St. Paul İstasyonu. Bu istasyondan yürüyüşle 2 dk. içinde Pletzl’desiniz…
Minicik bir tavsiye daha: Bir yeri gezmeden önce hakkında güzelce okuyun ama sokaklarda dolaşırken, dar bir geçit, yarı aralık bir kapı, loş bir pasaj gördüğünüzde de, girmeyi sakın unutmayın.
Keşfedecek o kadar çok şey var ki…
Sevgilerimle,