
Adana’nın Medar-ı Utancı !
2012’den bu yana büyük bir özveriyle düzenlenen Adana Portakal Çiçeği Karnavalı’na, bu sene güvenlik nedeni ile iptal edilen kortej ve açılış seremonisine rağmen, 16 kişilik bir grup olarak katıldık. Ancak organizasyonun biraz sönük geçeceğini düşünerek, programı karnaval etkinliğinden, Kilikya Turu şeklinde değiştirdim. (Not: eski bir acentacı ve turizmci olarak, bu tip son dakika değişikliklerine hiç de yabancı değilim…)
Kilikya Turu hakkında detaylı yazım, önümüzdeki günlerde blogda sizlerle buluşacak ancak yaşadığımız felaket bir tecrübe ve rezaleti sizlerle paylaşmak istedim.
Güzel Türkçemizde bir deyim vardır. “Her hıyarım var diyene bir avuç tuzla koşma”. Bu yazıda hıyar Tarihi Adana Kazancılar Kebapçısı tuzla koşan da methini duyup giden insanlar !!!
Şehrin tarihi bölümünde, Kazancılar Çarşısı’nda yer alan bu garabet (restaurant, lokanta vs. demeye dilim varmıyor) esasında esnafın yemek yediği bir mekan. Festival ile birlikte ismi duyulan Kazancılar’da, hafta sonları, bir çingene grubu müzik yapıyor. Yani çalgılı, çengili bir yer. Buraya kadar sorun yok gibi değil mi????
Buyrun bakalım bir de benden dinleyin.
16 kişilik grubum için, tam üç hafta önce Adana’daki bir tanıdığımı da göndererek, 09 Nisan akşamı saat 21.00 için canlı canlı rezervasyon yaptım. 1 Nisan itibariyle neredeyse hergün konuşarak, rezervasyonu sağlama aldım, hatta ödeme göndermeyi bile teklif ettim ki sıkıntı olmasın diye. Son 48 saat, günde en az üç defa telefonlaştık, tekrar tekrar teyit için arandım, ben geri aradım velhasıl babamla bile bu kadar konuşmadım bu süre içinde, tanımadığım bir adamla konuştuğum kadar.
Bana klasik Adana ağzıyla, “aman bacım sakın 9’dan sonra gelme tam 9’da gel ki masanı sağlama al” denildiğinden, biz de grup olarak tam 20.45’de “hazır ol” vaziyetinde kapıya dikildik.
Müessesinin sahibinin büyük bir rahatlıkla “masanı verdim ne yapayım” şeklindeki karşılaması sonucunda, ruhumdaki elegans, nezaket, tolerans vs. bir anda buhar olup uçtu ve içimdeki cadı tüm ihtişamıyla kendini serbest bıraktı. Cadının, bir anda orada oturan 600 kusür kişinin gözleri önünde kendisini parçalamasından bizatihi çekinen patron, alelacele yaklaşık 50 m. uzaklıkta, önceden hazırlanmış, üzerinden mezelerin durduğu (ki o mezelerin tümü yaklaşık yarım saat süren yağmurun altında beklemiş şekilde) masaya bizi zar zor oturttu. (Sakın sormayın neden gidip başka yerde yemediniz diye, karnaval yüzünden, tüm şehirde sıkmacıya bile rezervasyon yapacak kadar yoğunluk vardı ve 15 dk. içinde 16 kişi için masa bulmak mümkün değildi) Ama cadı bir defa zıvanadan çıktığı ya durdur durdurabilirsen. Önce büyük bir fütursuzlukla, yağmur yemiş ve suları süzülmüş mezeleri bize kakalamaya çalıştılar ki melamin tabakların frizbi niyetine havada uçuşmasını istemiyorlarsa, derhal değiştirmeleri gerektiğini gürleyince, bir anda kuzu kesildiler. O sırada 600 kişiye aynı anda servis veren üç kuruşa cansiperane çalışan garsonların bir tanesi ile, aramızda geçen anlaşma neticesinde, bir komi ve garsonu bahşişlerini önceden bol bol vererek masaya bağladım. (Ünlü bir sima! demişti bahşişi önceden vereceksin diye!). Bu arada, nedendir bilinmez, tüm çingene orkestrası bizim masanın başına toplanmasın mı? Hay yarabbim, garsona mı laf yetiştireyim, grubun söylediklerini mi duyayım, buz mu bulayım rakı mı açayım bilemedim. Şeytan dedi “tık şunun kırnatasının içine birşey sussun gitsin”, yok illa ki başımda ciyak ciyak . Ancak 5 dk. sonra, (sanırım gözbebeklerimden alev çıkmaya başladı) usulca mekanın tam ters istikametine süzüldüler.
Uzun uğraşlar sonunda kavuştuğumuz içkilerimizin ardından, mezeleri servis ettirmek için, lokantanın içine girdim. Girmez olaydım. Zaten masaların arasından lokantaya varıncaya kadar gördüklerim beni zıvanandan çıkarmaya devam etti.
Üç masa aralıkla bildiğiniz çöp kovaları konmuş, tüm kirli tabaklar, çöpler, sigara izmaritleri, peçeteler, tabak artıkları, bardaklar bu çöp bidonlarına konuyor ve toplanmıyor.
Yerler kırık cam dolu.
Tam kapıya vardım, kafayı bir çevirdim büyük bir yoğurt kovasına buzlar konmuş, gelen garson elini daldırıp kovasını dolduruyor, giden komi mıncıklıyor. Buzlar, çöplerle yan yana. Gelen geçen sigarasının külünü de bir güzel serpiyor mu ! oh misss!
Pislik gördüm ama bu kadar değil diye düşünürken, içeri girince, gördüklerimin göreceklerimin teminatı olduğunu anladım. Kapının eşiğinde, tam yerde, bildiğimiz çamaşır sepetinin içinde, soğan kalıntılarını görünce, kebabın yanında verilen sumaklı soğanın nerede hazırlandığını idrak ettim.
Artık sumakla soğanı ne şekilde nereleriyle karıştırdılar orasını hiç tahayyül etmeyin !!!!
Mutfak da, mıncıklanan buzlar, çamaşır leğeninde soğanlara layık şekilde, tahminlerin ötesinde pisti. Mezelerin muhafaza edildiği soğuk dolap sanırım, en son fabrika çıkışında, kutulanmadan önce temizlenmiş, o gün bu gündür, ne su ne sabun görmeden, mikroplarla birlikte hayatına devam etmiş. Ön camda yağdan ve isten kalın bir buğu oluşmuş o nedenle mezeleri görmek bayağı bir gayret istiyor. Lavaşlar yerlerde, çöp bidonlarının yanında duruyor.
Kendime eziyet etmeye devam edeceğim ya, “hadi dedim bir de tuvaletlerin olduğu kata çıkayım”. Yarabbi, işçilerin kıyafetleri, eski masa sandalyelerin tıkıldığı, artık fare bilumum hayvanat için cennet misali katta yer alan tuvaletlerden bahsetmiyorum artık! Çoook pis bir tuvalet hayal edin hah işte onu 10 ile çarpın. Tamamdır.
Ellerimi açarak, “Allahım grubumu zehirlenmeden, bayılmadan, ölmeden bu mekandan çıkar” diye dua ede ede masaya döndüm. Ben içerdeyken, masada yer olmadığından, jenga misali üst üste alt alta serpilen ve dört kişiye tam iki çorba kaşığı miktarında melamin (plastik) tabaklarda verilen mezeler açıkçası en hafif tabirle mide bulandırıcıydı. (Bu arada aynı grup bir gece önce 5 Ocak Kebapçısı, aynı gün de Antakya Sultan Sofrası gibi iki şahane mekanda yemek yemiş, düşünün aradaki farkı!)
Ara sıcak olarak mekanın spesiyalitesi şişte kuzu & ciğer servis edildi. Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes çekerek, nasılsa şiş ateşte pişiyor çok fazla zehirlenme tehlikesi olmaz diye kendime gaz verip, bir kuzu ve bir ciğer yedim. Tadı güzeldi ne yalan söyleyeyim. Tabii grubu, masada duran pörsümüş salataya zinhar dokunmamaları konusunda uyarmayı da ihmal etmedim.
Bu arada, her sene olduğu gibi inatla tam da Karnaval haftasında yağan yağmur yine beni şaşırtmayarak, bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Oturduğumuz masanın sadece yarısının sundurma altında kalması nedeni ile, grubun yarısı iyi bir duş aldı. Arka masamızdaki son derece kibar bir grup, masaları sıkıştırmak kaydıyla, bize yer açtığı için, zar zor bir şekilde sac sundurmanın altında sığındık. Sinirler iyice bozulduğundan bizim grup “artık oldu olan” diyerek, kendini saldı gitti.
Bu sırada, sıra ana yemeğe geldi. Şiş, adana ve tavuk seçeneklerinden, mekanın ününü borçlu olduğu satır kıymasından Adana kebap tüm grubun seçeneği oldu. Ben inatla, Adana usülü acı (yani gerçek acı) istememe rağmen, önüme 12 cm. büyüklüğünde, normal kepabçılarda yarım porsiyon sayılan acısı kendinden menkul bir kebap geldi. Tadı güzel miydi değil miydi anlamadım zira tam üç çatalda bitti. Anlaşılan, Kazancılar, Adana’da nouvelle cuisine (koca tabak içinde diş kovuğunu doldurmaz iki lokmadan ibaret porsiyon) akımının takipçisi olmak istemiş !!! Sen o porsiyonu, öyle karnaval falan olmadan, sıkıysa bir Adanalının önüne getir de göreyim seni. Adana tabiriyle çakarlar zumzuğu (yumruğu!) Karnaval zamanı diye, müşterileri kazıklamak bu demek olsa gerek.
Sıra meyve servisine geldi ama tüm grup, mekanın pisliğine şahit olduğundan, yine temizliği kendinden menkul plastik tabaklar içindeki meyvelere dokunmadan, geceyi sonlandırdık.
Fiyatlar ise, mekanın rezaletine yakışır şekilde, İstanbul’un lüks kebapçılarını aratmıyor. Aynı fiyata, Adana’da çok daha güzel kebap yenecek o kadar restaurant arasında, birilerinin ! inatla, “yok otantik, yok en iyi kebap bu mekanda yenir” şeklinde! yarattığı reklama inanarak gittiğimiz Tarihi Kazancılar Çarşısı hayatımda gittiğim en berbat mekanlar listesinde ilk sıraya yerleşti.
Üç beş ünlünün oraya giderek, fotoğraf çektirmesi sayesinde isim yapmış, 600 kişiye aynı anda pislik içinde yemek yedirerek, bunu da tipik bir “Adana eğlencesi” diyerek nemalanan Tarihi Kazancılar acilen Sağlık Bakanlığı tarafından teftiş edilmeli, Turizm Bakanlığı tarafından da kontrol edilmeli. Böylesi bir pislik yuvasının, Adana’nın özel bir mekanı şeklinde gösterilmesi, Çukurova’nın incisi Adana’ya yakışmadığı gibi, sıcak kanlı misafirperver Adanalılar da böylesi kötü bir mekanın ev sahibi olmayı hiç ama hiç hak etmiyor.
Bu işletmeyi Cadı Kazanıma atıyor, ateşin altını da harlıyorum
Sevgilerimle,
O kotu ortami bile komik anlatmissiniz . Gulumseyerek okudum.
Akıllara ziyan bir yer. Siz bir de beni orada canlı canlı görseydiniz asla unutmazdınız eminim :))